kaniyasor

kaniyasor.WordPress.com

HEPSİ YAZI OKUNACAK YER YOK!

Posted by kaniyasor 28 Ekim 2012

Kani Yado – 28.10.1012

Bayram sohbetleri yazılarımız dördüncü günde bir kara tren seyahatiyle son buluyor. Eğer güldürürken düşündürüyorsak, düşünürken streslerden, belirsizliklerden bir kısa süre olsa dahi okuyucuları uzaklaştırıyorsak çok mutluyuz demektir.

İnsan ancak mutlu ederken veya mutlulukları görürken mutlu olur. Başka şekilde mutluluk var mı? Başka şekilde olması mümkün değildir. Görüntüler aldatıcı olabilir. Karşılıklı çıkarlara dayalı veya karşılıklı kullanıma endeksli mutluluk görüntülü yaşam maskeden ibarettir.

Farklılıklar toplumsal mutlulukların en net nedenleridirler. Çeşitli güllerin ve çeşitli ağaç ve çiçeklerin olduğu gül bahçesi muazzam güzellikleri ifade eder değil mi? Yaşam da öyledir. Farklı anlayışlar, farklı güzellikler, farklı kültürler yaşama güzellik katar.

İnsan bir köyün ufku kadar gördüğü dünyasına bir anlam veremez. Geleneklere çakılı kalarak tek tiplilikte donar kalır. Aynı tek tipli siyasal despot iktidarların veya örgütlerin çekilmezliği gibi kahredicidir. Bu yüzden imkânlarımız elverdiği kadar seyahatler yapmalı, yerler görmeli, ülkeler görmeli.

Kürdistan ile İstanbul arası iki ülke kadar birbirinden uzak mesafelerdedirler. Nusaybin’den Suriye’ye 15 dakikada gidesiniz ama İstanbul’a gitmek için iki gününüzü yolculuğa kaptırırsınız.

Arabesk İstanbul’a gitmek, Avrupa’ya gitmek sayılmaz ama mesafe açısından Avrupa’ya gitmiş sayılırsınız. Çünkü İstanbul Anadolu yakasından ibaret değildir.

Boğazın karşı tarafı zihniyette değil de coğrafyanın azizliği açısından Avrupa sayılır.

Eğer tren veya otobüsle yolculuk ediyorsanız yanınıza okunacak bir şeyler almayı unutmayın. Hele ’takır tukur kara tren’ olursa tek sesli sol veya kaba do notasında despot sisteminin sıkıcılığında dış dünyayı seyretmekten başka bir seçeneğiniz kalmaz.

Benim gibi siyaseti “kalleş yiğidin mertliği“ şeklinde algılayanların siyasetten kaçması kurtuluş olamıyor işte! Yaşamın yönlendirilmiş her tarafı kalleş hançer gibi ya insanı sırtından, ya yüreğinden vurabiliyor.

İstanbul yolculuğunda aynı kompartımanda bir kaç farklı yerlerden, farklı güzelliklerden, farklı aydınlıklardan, fark karanlıklardan gelen insanlarla birlikte oturursunuz. Birinci sınıf vatandaş olmadığınız zaman farklılıklarla birlikte yaşamın güzelliklerinin ortasına düşersiniz.

Kimimizin kafası kara, kimimizin yüreği kara, kimimizin bahtı kara. Kiminin gözleri, her kesin meftun olduğu eşeğin güzel gözleriyle güzellik yarışındadır sanki.

Kimi gözlerini mavi göklerin üstüne çöktüğü mas mavi denizlerden almış.

Kiminin gözleri öküzgözü olarak tanıdığımız Elaziz üzümü. Yani her kesin sevdalandığı kara eşeğin kara gözlerinden daha berrak, daha güzel gözlü insanlarla karşılaşırsınız.

İşte çeşitlilik dediğiniz bu değil mi?

Çeşitlilik Osmanlı mezarlığının zifiri karanlığındaki tek sessizliğinde zuhur etmez. Çeşitlilik gök mavisinde, yerin kızıllığında, morlaşan sevdanın renginde, ırmak ırmak denizlere, okyanuslara akan şiirlerdedir.

İnsan kara trende etrafımızı sarıp sarmalayan kapkaranlık arabesk yaşamı düşününce çeşitliliğin özlemini çekiyor. Bu karanlıklar belki kaderdir, belki de bedeldir. Mezopotamya’da zebanilerin kararttığı güneşin küskünlüğü mü ne? Bir bedel mi yoksa?

Bu düşüncelere dalıp giderken yanınızda oturan sakallı hacının mümin sesiyle irkilirsiniz, bir emir ve talimat anlamsızlığında keskin bir sirke kadar sert bir hacı sesi ve kendine emin özgür bir itiraz:

-Kadın kadın Allah var Allah!

-Evet var hacı baba Allah var, yoksa senin şüphen mi var?

-Allah varsa neden seni çarpmıyor bayan? Utan utan, saçlarını neden örtmüyorsun? Allahtan kork Allahtan kork!

-Haci amca Allah canavar değil ki korkayım!

-Korkacaksın be kadın korkacaksın!

-Ha ha ha ha ha, Haci amca Allahı korkuluk sanıyor. Belki o korkuyla beş vakit yerine 7 vakit namaz kılıyor yazık!

Hacı amcanın her tarafını korkuluklar sarmış, yüreği korkularla dolu. Hacı amca Mekke’de şeytan taşlaya taşlaya tam mücahit olmuş. Bu yıl ilk günde tam iki milyon adet taş atılmıştı şeytana.

Ya Rabbin sen Şeytanı hacılardan koru, hacıları da şeytandan koru! Şeytan meleklerin başıymış, İnsanlarla şeytanlık yarışını kaybedince yenilmiş, şeytanlıkta insanlarla kıyasıya bir yarış başlamış.

Korkulara ve korkuluklara tutsak düşmüş bu nur yüzlü hacı amcaya da yardım et ya Rabbim!

Hacı amcanın yanında gıdasızlıktan olsa gerek çelimsiz bir genç oturuyor. Belki torunudur, belki de ikinci hanımından oğludur. O, büyüğüne saygıdan olsa gerek konuşmaların arasına girmiyor ve ilgiyle dinliyordu. Yüzünden hiç de bir tarafa itiraz edebilecek bir emare görülmüyordu.

Bir ara sesler kesildi, genç tam da konuşma fırsatını buldu. Bana dönerek:

–         Amca elindeki dergi hepsi yazıdır, okunacak bir tarafı yok, neresine bakıyorsun? Dedi.

–         Yavrum ben okuyacak bir şeyler arıyorum bu yazıların arasında, bulursam şanslıyım.

Genç gülümsedi, fakat bana çok önemli bir şey öğrettiğinin farkında bile değildi. Ben ise bu güzel öğretmenimden çok önemli bir şey öğrendiğimi söylemek zorunda olmadığımı düşünerek meselenin derinliğinde kayboldum.

Gözlerimiz başka tarafa yönelince diyalogumuz kesildi. Zaten bana öğrettiği bana fazlasıyla yetti.

Kavramaların çok ani olduğunu biliyoruz. Ya bir kelebek çiçeğe konarken öğreniriz, ya da bir arı çiçekten çiçeğe bal toplarken veya karıncalar kış yiyeceğini temin ederken mühendisliklerini, çabalarını görürken kavrarız, öğreniriz.

Yorum bırakın